28 Şubat 2012 Salı
21. Yüzyılın Efendileri
Liberalizm'i kabul etmiş ülkelerde, çoğu öğe, para (kapital) üzerine kurulmuştur. Bana göre liberalizm etikle birlikte yürütülmesi gereken bir hayat felsefesidir ama etik birçok insana ağır geldiği için bir kenara itilmiştir. Bu yoz fikre göre ağırlıklar atılırsa daha hızlı hareket edilir. Zaman daha iyi kullanılır ve kazançlar artar.
Ortaçağ'da derebeyleri, yani toprak ağaları, eşrafını köle gibi çalıştırmak için kahyalarını sözde itibar sahibi yaparlardı. Halkı daha fazla çalıştıran kahyaların itibarı artar, halk ezildikçe ezilirdi. Soylular haricinde kimse mal mülk sahibi olmadığı için, kahyaların gözü altınla, parayla, bir avuç toprak veya geçici iktidarlarla boyanırdı. Parsayı gene soylular toplardı.
Günümüzde özgürlükler artmış gibi görünse de insanlar, kendilerini özgür hissettikleri internet ortamı, cep telefonu, televizyon yayını vb... faturalarını ödemek için köle gibi çalışıyor. İşyerlerinde kahyalar yerine, altlarında şirket araçları, ellerinde şirket cep telefonları, ceplerinde kredi kartlarıyla dolaşan modern kahyalar mevcut. Ellerindeki imkanlar şirket tarafından alınınca, kanatları düşen, kuzguna yavrusu şahin gözüken, kendilerini büyük gören insanlar. Bu insanlar harcadıkça, şirketleri tarafından sunulan olanakları etrafa müsrifçe saçtıkça kazanırlar ya da kazandıklarını sanırlar.
21. Yüzyılın Efendileri, Lidya icadına tapan kahyalarının açgözlülüklerine göz yumarlar. Kahyalar, üç harcadıkça beş kazandıran, beş saçtıkça onbeş getiren birer para kaldıracıdır efendileri için. Kahyalar, Ortaçağ'daki gibi kırbaçlamaz işçileri ama bir bakışları yeter. İşsiz kalıp özgürlüklerinin faturasını ödeyemeyecek duruma gelmek istemeyen halk hep boyun eğer. Tablo budur. Kazanan bol harcayandır. Gözü doymayandır. Elindekini korumak isteyenler ezilir gider.
Bu çerçevenin içinde olup da dışını farkedebilen çok az insan vardır. Bunlardan biri ''Para para para'' diyerek sisteme yenik düşmüştür. Önemli olan para olmadan birşeyler ortaya koymaktır. Allahın insana verdiği lütufları değerlendirerek bir yere gelmektir. Toprakta yetiştirmekle, inançla yoğurup varları birleştirmekle. ''Köylü Milletin Efendisidir'' boşuna söylenmemiştir. Parayı pul yapıp, pulu değerlendirirsek Liberal olacağız. Pula para diyerek değil. Gerçek efendiler bu felsefeyi benimseyenlerdir. Onların ne çağı vardır ne yüzyılı. Onlar fikirleriyle sonsuza kadar efendi kalacaklardır.
27 Şubat 2012 Pazartesi
''İNCİ'' yi Kaybediyoruz
İnci derken, herhangi bir insandan bahsetmiyorum. İnci bir tarih. İnci bir kültür. İnci bir lezzet. Müthiş profiterolü ile bilinen İstiklal Caddesi'nin en ünlü pastahanesi İNCİ.
İstanbul'a gelindiğinde uğranmadan edilmez İnci'ye. Türkiye'de en iyi profiterolü yapan, tarih kokan, kültür kokan İnci Pastahane'si, bulunduğu binanın restorasyonu nedeniyle taşınmaya zorlanıyor. Artık asıl amaç nedir bilinmez. Restorasyon mu? Yeni bir bina mı? Hiçbiri tutmaz İnci'nin yerini. Eski İstanbul Hanımefendileri'nin Beyefendileri'nin uğrak yeri İstiklal Caddesi'nin ambiyansını kaybetmesini kimler istiyor? Önce Markiz kapandı, sonra açıldı ama hiçbirzaman eskinin yerini tutamadı. Maksi kapandı yerini alt kalite barlar aldı. Kemancı'ya sahip çıkılmadı, basitleşti, bayağılaştı. Şimdi sırada İnci mi var?
Bugünün İstanbul Hanımlarına Beylerine sesleniyorum: En azından İNCİ'ye sahip çıkalım.
Eski İstklal ve Taksim'den Manzaralar:
İstanbul'a gelindiğinde uğranmadan edilmez İnci'ye. Türkiye'de en iyi profiterolü yapan, tarih kokan, kültür kokan İnci Pastahane'si, bulunduğu binanın restorasyonu nedeniyle taşınmaya zorlanıyor. Artık asıl amaç nedir bilinmez. Restorasyon mu? Yeni bir bina mı? Hiçbiri tutmaz İnci'nin yerini. Eski İstanbul Hanımefendileri'nin Beyefendileri'nin uğrak yeri İstiklal Caddesi'nin ambiyansını kaybetmesini kimler istiyor? Önce Markiz kapandı, sonra açıldı ama hiçbirzaman eskinin yerini tutamadı. Maksi kapandı yerini alt kalite barlar aldı. Kemancı'ya sahip çıkılmadı, basitleşti, bayağılaştı. Şimdi sırada İnci mi var?
Bugünün İstanbul Hanımlarına Beylerine sesleniyorum: En azından İNCİ'ye sahip çıkalım.
Eski İstklal ve Taksim'den Manzaralar:
Komşuda Pişer Bize de Düşer
Blog'dan bir arkadaşımız, haftasonu gittiği İskeçe Festivali'nden dönerken, bizlere Kavala Kurabiyesi getirmiş. Bu güzel lezzeti sizlerle de paylaşmak istedim.
Komşu Ülke Yunanistan'da bulunan Kavala'ya has kurabiyeler, bizim un kurabiyesine çok benzer. İçlerinde badem parçaları var. Bademler de çakma badem değil hakiki. Tadları ise eskilerde ülkemizde yapılan un kurabiyesinin tadı ağızımızda kalırdı ya aynen öyleler. Eskiden diyorum çünkü ülkemize has çoğu ürünün tadı bozuldu. Ticari amaçlar daha fazla ön plana çıktığı için malzemeleri kalitesizleşti. Yunanistan'da üretilen bu kurabiyeler ise son derece kaliteli ve lezzetliydiler.
Son yıllarda, aynı kültürü paylaştığımız Yunanistan'la aramızda, senindi benimdi kavgası var. Zeytinyağlı dolma, imam bayıldıdan tutun da rakımızı bile paylaşamıyoruz. Peki aynı kültürden gelen lezzetleri tadarken düşündünüz mü? Bu lezzetleri tadını bozmadan nesilden nesile aktarabiliyor muyuz? Ya da gelecek nesillere tariflerini yapıp devamını sağlayabiliyor muyuz? Bence Türk Milleti olarak, yemek kültürümüzü komşumuz Yunanistan'dan daha iyi koruyamıyoruz. Mis gibi un kurabiyemizi gelecek nesillere taşıyamıyoruz. Yunan Halkı ise Kavala Kurabiyesi'ni nesilden nesile aktaracaklar bundan eminim.
Eline Sağlık Yorgo Usta, çok güzel olmuş...
Yediğimiz kurabiyelerin markası ''Ioakimidis Kourabiedes'' selam olsun komşu...
Komşu Ülke Yunanistan'da bulunan Kavala'ya has kurabiyeler, bizim un kurabiyesine çok benzer. İçlerinde badem parçaları var. Bademler de çakma badem değil hakiki. Tadları ise eskilerde ülkemizde yapılan un kurabiyesinin tadı ağızımızda kalırdı ya aynen öyleler. Eskiden diyorum çünkü ülkemize has çoğu ürünün tadı bozuldu. Ticari amaçlar daha fazla ön plana çıktığı için malzemeleri kalitesizleşti. Yunanistan'da üretilen bu kurabiyeler ise son derece kaliteli ve lezzetliydiler.
Son yıllarda, aynı kültürü paylaştığımız Yunanistan'la aramızda, senindi benimdi kavgası var. Zeytinyağlı dolma, imam bayıldıdan tutun da rakımızı bile paylaşamıyoruz. Peki aynı kültürden gelen lezzetleri tadarken düşündünüz mü? Bu lezzetleri tadını bozmadan nesilden nesile aktarabiliyor muyuz? Ya da gelecek nesillere tariflerini yapıp devamını sağlayabiliyor muyuz? Bence Türk Milleti olarak, yemek kültürümüzü komşumuz Yunanistan'dan daha iyi koruyamıyoruz. Mis gibi un kurabiyemizi gelecek nesillere taşıyamıyoruz. Yunan Halkı ise Kavala Kurabiyesi'ni nesilden nesile aktaracaklar bundan eminim.
Eline Sağlık Yorgo Usta, çok güzel olmuş...
Yediğimiz kurabiyelerin markası ''Ioakimidis Kourabiedes'' selam olsun komşu...
BAŞARMAK İÇİN İNANIN
Bir zamanlar, büyük bir dağda yuva yapan kartallardan birinin, kuluçkadaki dört yumurtasından bir tanesi, deprem sırasında dağdan aşağı düşmüş ve vadideki bir çiftliğe kadar yuvarlanmış. Burası bir tavuk çiftliğiymiş. Çiftlikteki tavuklar, farklı ve normalden büyük olan bu yumurtayı sahiplenmeye karar vermişler. Yaşlı bir tavuk, bu yumurtayı ve içinden çıkacak yavruyu koruması altına almış.
Sonunda küçük kartal yumurtadan çıkmış. Çevresindeki tavukları görmüş ve kendisini de onlardan biri zannetmiş. Bütün tavuklar da ona bir tavuk gibi davranmışlar.
Küçük kartal, ailesini çok seviyormuş. Bazen, "Ben kimim?" sorusunu dile getirmeye kalkıştığında, "Sen bir tavuksun. Bunu böyle bil," cevabını alıyormuş.
Bir gün çiftlikte oyun oynarken başını kaldırıp yukarı baktığında bir grup kartalın özgürce uçtuklarını görmüş. "Ne kadar güzel uçuyorlar. Ben de onlar gibi uçmayı çok isterdim," demiş. Tavuklar, onun bu sözlerine hep birlikte gülmüşler. "Sen bir tavuksun ve tavuklar uçamaz," demişler.
Küçük kartal, artık daha sık gökyüzüne bakar olmuş çünkü o da gökyüzünde süzülen kartallar gibi uçmak, özgür olmak istiyormuş. Ama ne zaman bu düşüncesinden arkadaşlarına ve ailesine bahsetse, hep "Sen bir tavuksun. Bırak bu hayalleri," cevabını alıyormuş.
Zamanla, küçük kartal da bu düşünceyi kabul etmiş. Hayal kurmaktan vazgeçmiş, hayatını bir tavuk olarak yaşamaya karar vermiş. Ve hayatının sonu geldiğinde de bir tavuk olarak ölmüş. Ne olduğunu düşünürsen, o olursun.
Eğer, hayatınızın herhangi bir döneminde, kartal olmanın hayalini kurarsanız, tavukların söylediklerini dinlemeyin ve hayallerinizi takip edin.
DALKAVUKLUK
Osmanlı sarayında “muhasip” sohbet eden, “nedim” birlikte yenilip içilen, yarenlik yapılan kişilerin yanında birde “dalkavuk” görevi yapan kişiler bulunmaktaydı. Ayrıca aynı dönemlerde zenginleri eğlendirmek, kaprislerini çekmek, onların eziyet verici şakalarına katlanarak dalkavukluk yapmak bir meslek olarak sürdürülüyordu. Sarayda dalkavuğun görevi hükümdarın hoşuna giden şaklabanlıklar ve taklitler yaparak onu eğlendirmekti.
Dalkavukluk gerek sarayda gerekse zengin konaklarında bir meslek olarak sürdürülmüş ancak günümüzde bir hayat tarzı olarak toplum hayatında, yükselme ve itibar görme aracı olarak bürokraside yerini almıştır. Geçmişte dalkavukluk, toplumsal hayatı veya devlet idaresini etkilemeyen, lokalize olmuş bir meslek alanı ve mizah konusu iken; günümüzde, hayatımızı ve devlet idaresini istila eden kaygı verici bir durum olarak yaşanmaktadır.
Yazı konusu “Kurumsal Dalkavukluk” kavramıyla, bürokraside dalkavukluğun yükselme aracı ve muteber bir davranış tarzı olarak benimsenmesi kastedilmektedir. Dalkavukluk; gerek günlük hayatta gerekse bürokratik alanda yalakalık, yağcılık, yağdanlık, kemik yalayıcılık, çanak yalayıcılık gibi değişik kavramlarla da ifade edilir.
Dalkavukluğun Nedenleri:
Dalkavukluk, günlük dilde aşağılayıcı bir kavram olarak kullanılmasına rağmen hayatımızda neden etkili bir davranış tarzı olmaktadır?
1- Çıkar Duygusu: Dalkavukluk; makam, servet, güç, şöhret sahiplerine karşı yapılan karşılığında çıkar elde edilen bir davranış şeklidir. Kişilerin ancak uzun bir çaba, yetenek ve eğitimle elde edebilecekleri çıkarı bir anda elde etmesi dalkavuklukla mümkün olmaktadır. Dalkavukluk; onur kaygısı yaşamayan, yeteneğine güvenmeyen, çalışmayı sevmeyenler için cazip bir yol olarak görünmektedir. Bir ülkede dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün sağladığı çıkardan fazla ise orda dalkavukluk yaygın bir davranış haline gelir. Montesquieu’ da “Bir ülkede dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün sağladığı çıkardan daha verimli olursa o ülke batar.” demiştir.
2- Birey Olamamak: Kişi iradesini özgürce kullanamıyorsa, özgür bir irade oluşturacak eğitim ve kültürden yoksun yetişmişse potansiyel dalkavuktur. Rahatlıkla iradesini bir güce, bir çıkara yaslar. Sürü toplumlarında dalkavukluk yaygın bir davranış şeklidir. Bizde de “sürüden ayrılanı kurt yer” “Önde gitme asılırsın, arkada kalma basılırsın” gibi sözlerle sürüye uyma telkin edilir. Özgür irade kullanımı tehlikeli bir davranış olarak gösterilir. Özgür irade kullanımı aynı zamanda sorumluluk almaktır. Dalkavuk özgür irade kullanmaz. Başka iradenin oyuncağı olarak davranır. Böylelikle hem sorumluluk almamış hem de çıkar sağlamış olur.
3- Erdemli Olmamak: Kişinin insan onuruna yakışır bir ruh asaletine sahip olması, yaygın tabirle “nokta kadar menfaati için virgül gibi eğilmemesidir”. Erdemli olma hali; doğruluğu, dürüstlüğü, onuru çıkar duygusunun üstünde tutma halidir. Erdem bizden bedel ister. Erdem karşılığında bazı çıkarlarımız yok olur. Eğer bedelini ödemeyi göze alamıyorsak erdemli olamayız. Shakspeare “İktidar dalkavukluktan hazzetmeye başladığı zaman, şeref daima ayaklar altında ezilmiştir” der. Gündüzleri Atina sokaklarında elinde fenerle dolaşarak, dürüst adam aradığı söylenen Diyojen’e bir yakını “Eğer krala biraz yakınlık gösterseydin, bu kuru yerlerde yatıp kuru ekmek yemek zorunda kalmazdın” der. Diyojen ise ona “Sen de kuru ekmek yiyip kuru yerlerde yatmayı göze alsaydın alçak adamlara yalakalık yapmak zorunda kalmazdın” diye cevap verir.
4- Hukuk Düzeninin Olmaması: Toplum düzenine adaletin egemen olmaması dalkavukluğun yaygınlaşmasında önemli rol oynamaktadır. Adalet; haklıya hakkını, suçluya cezasını vermek, eşit durumda olanlara eşit davranmak, farklı durumlarda hakkaniyeti gözetmektir. Hukuk düzeninin işlediği bir yönetim biçiminde dalkavukluk yaparak bir makama gelmek mümkün değildir. Hukuk düzeninde bir makama gelmek ancak o makamı hak etmekle mümkün olabilir. Hak etmeden bir makama gelenler karşılığında onurlarını verirler. Dalkavukluk yaparak geldiği makamda eksilen onurlarını, başkalarının da kendisine dalkavukluk yapmasını zorlayarak telafi etme yoluna girerler. Böylelikle yönetimde yukardan aşağı doğru bir dalkavuklaşma yayılır. Neyzen Tevfik bir şiirinde “Asrın bir umdesi var, hak kapanındır./Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır./Geçmez ele bir paye, kavuk sallamayınca,/Kürsi-i liyakat p……k, p…t olanındır!” diyerek devrindeki durumu hicvetmiştir.
5- Kültürel Olarak Dalkavukluğun Benimsenmesi: Bizde dalkavukluğun tarihsel geçmişi vardır. Osmanlı sarayında dalkavukların bulunduğunu ve padişahı eğlendirdiğini biliyoruz. Toplumlar bazı davranış modellerini geçmişten tevarüs yoluyla edinirler. Eğer bir davranış toplumca kınanmıyor bilakis itibar görüyorsa o toplumda o davranış yaygınlaşır. Örneğin bir toplum, temiz ellerden ziyade dolu ellere itibar ediyorsa o toplumda çıkarcılık ve hırsızlık yaygın hale gelir. Dalkavukluğun geçmişte bir meslek, bir geçim kaynağı olması günümüze kadar devam eden bir süreçtir. Ancak dalkavukluk günümüzde şekil değiştirmiş meslek olarak değil, karakter olarak yaşanmaktadır.
2- Birey Olamamak: Kişi iradesini özgürce kullanamıyorsa, özgür bir irade oluşturacak eğitim ve kültürden yoksun yetişmişse potansiyel dalkavuktur. Rahatlıkla iradesini bir güce, bir çıkara yaslar. Sürü toplumlarında dalkavukluk yaygın bir davranış şeklidir. Bizde de “sürüden ayrılanı kurt yer” “Önde gitme asılırsın, arkada kalma basılırsın” gibi sözlerle sürüye uyma telkin edilir. Özgür irade kullanımı tehlikeli bir davranış olarak gösterilir. Özgür irade kullanımı aynı zamanda sorumluluk almaktır. Dalkavuk özgür irade kullanmaz. Başka iradenin oyuncağı olarak davranır. Böylelikle hem sorumluluk almamış hem de çıkar sağlamış olur.
3- Erdemli Olmamak: Kişinin insan onuruna yakışır bir ruh asaletine sahip olması, yaygın tabirle “nokta kadar menfaati için virgül gibi eğilmemesidir”. Erdemli olma hali; doğruluğu, dürüstlüğü, onuru çıkar duygusunun üstünde tutma halidir. Erdem bizden bedel ister. Erdem karşılığında bazı çıkarlarımız yok olur. Eğer bedelini ödemeyi göze alamıyorsak erdemli olamayız. Shakspeare “İktidar dalkavukluktan hazzetmeye başladığı zaman, şeref daima ayaklar altında ezilmiştir” der. Gündüzleri Atina sokaklarında elinde fenerle dolaşarak, dürüst adam aradığı söylenen Diyojen’e bir yakını “Eğer krala biraz yakınlık gösterseydin, bu kuru yerlerde yatıp kuru ekmek yemek zorunda kalmazdın” der. Diyojen ise ona “Sen de kuru ekmek yiyip kuru yerlerde yatmayı göze alsaydın alçak adamlara yalakalık yapmak zorunda kalmazdın” diye cevap verir.
4- Hukuk Düzeninin Olmaması: Toplum düzenine adaletin egemen olmaması dalkavukluğun yaygınlaşmasında önemli rol oynamaktadır. Adalet; haklıya hakkını, suçluya cezasını vermek, eşit durumda olanlara eşit davranmak, farklı durumlarda hakkaniyeti gözetmektir. Hukuk düzeninin işlediği bir yönetim biçiminde dalkavukluk yaparak bir makama gelmek mümkün değildir. Hukuk düzeninde bir makama gelmek ancak o makamı hak etmekle mümkün olabilir. Hak etmeden bir makama gelenler karşılığında onurlarını verirler. Dalkavukluk yaparak geldiği makamda eksilen onurlarını, başkalarının da kendisine dalkavukluk yapmasını zorlayarak telafi etme yoluna girerler. Böylelikle yönetimde yukardan aşağı doğru bir dalkavuklaşma yayılır. Neyzen Tevfik bir şiirinde “Asrın bir umdesi var, hak kapanındır./Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır./Geçmez ele bir paye, kavuk sallamayınca,/Kürsi-i liyakat p……k, p…t olanındır!” diyerek devrindeki durumu hicvetmiştir.
5- Kültürel Olarak Dalkavukluğun Benimsenmesi: Bizde dalkavukluğun tarihsel geçmişi vardır. Osmanlı sarayında dalkavukların bulunduğunu ve padişahı eğlendirdiğini biliyoruz. Toplumlar bazı davranış modellerini geçmişten tevarüs yoluyla edinirler. Eğer bir davranış toplumca kınanmıyor bilakis itibar görüyorsa o toplumda o davranış yaygınlaşır. Örneğin bir toplum, temiz ellerden ziyade dolu ellere itibar ediyorsa o toplumda çıkarcılık ve hırsızlık yaygın hale gelir. Dalkavukluğun geçmişte bir meslek, bir geçim kaynağı olması günümüze kadar devam eden bir süreçtir. Ancak dalkavukluk günümüzde şekil değiştirmiş meslek olarak değil, karakter olarak yaşanmaktadır.
Dalkavukluğun Yönetimde Yan Etkileri
Dalkavukluğun bir mizah malzemesi olarak sohbetlerde yer alması hoştur. Ancak ülke yönetiminde dalkavukluğun yer alması o ülkenin batmasına yol açacak bir süreçtir. Çünkü dalkavukluk; ehliyetli, liyakatli, yetenekli, başarılı, çalışkan insanların yükselmesini önler. Bu durum bürokraside “negatif seleksiyon” dediğimiz kötülerin yükselmesi, iyilerin ise bertaraf olması sonucunu doğurur.
1- Dalkavuk biri başa geçtiğinde etrafını dalkavuklarla doldurur. Bir makam sahibinin çevresine seçtiği insanlara bakarak, nasıl biri olduğunu anlayabiliriz. Herkesin birbirine dalkavukluk yaptığı bir düzende işler doğru dürüst yapılmaz. Hoşa giden ve boşa giden işler yapılır.
2- Dalkavuk kendine güvenmez. Çünkü hak ederek o makamda oturmamaktadır. Kendine güvenmediği için kimseye de güvenmez. Dalkavuk makam sahibi, bilgisiyle, yeteneğiyle hâkim olamadığı çevresini ajan kullanarak, açık arayarak, fitne çıkararak kontrol etmeye çalışır. Bu durum yönetimde jurnalciliğe, güvensizliğe, kaygıya korkuya ve dolayısıyla verimsizliğe yol açar.
3- Dalkavukluğun egemen olduğu yönetim bir maskeli balo gibidir. Gerçek kişilikler ortada görünmez. Aşağıdan yukarı, yukardan aşağı, sağdan sola, soldan sağa dalkavukluklar yapılır. Aşağıdan yukarı dalkavukluk yükselmek ve işleri yapmamak içindir. Yukardan aşağı dalkavukluk ise, işi onun üzerine yıkmak içindir. Onun için eskiler “iltifatı ümeraya güven olmaz” (amirlerin iltifatına güven olmaz.) demişlerdir. Sağdan sola, soldan sağa, yatay dalkavukluklar da yine işleri birbirinin üzerine yıkmak içindir. Dalkavuk düzeninde sorumluluklar sürekli başkasına yıkılmaya çalışılır. Sorunlar hep çözümsüz kalır.
4- Yönetimde fikir üretimi olmaz. Aşağıdan yukarı doğru sürekli şu sözler olur. “isabet buyurdunuz efendim” “siz zaten söylemiştiniz efendim” “siz bu konunun üstadısınız efendim” “siz en iyisini bilirsiniz efendim” “en büyük sizsiniz efendim” vb. sözler. Böylelikle “ne fikirlerin çarpışmasından” ne de “fikirlerin birleşmesinden” yeni fikir doğar. Başta oturanlar sözlerinin sadece yankılarını duyarak mutlu olurlar. Ancak yönetim kendini yenileyemediğinden çökmeye başlar.
5- Yönetim dalkavuklarla, asalaklardan oluşan dev bir sisteme dönüşür. Yönetimde rol alanlar yediği lokmanın hakkını o topluma ödemekle sorumlu kişilerdir. Eğer kişiler yediği lokmanın hakkını topluma ödeyemiyorsa o toplumun asalağı olur. Asalaklar çoğaldıkça bünye iflas eder. Yani hem toplum hem de yönetim batar.
6- Dalkavukluğun fazla olduğu yönetimde ihanetler de çok olur. En büyük ihanetler dalkavuklar tarafından yapılır. Çünkü dalkavukluk doğrudan kişiye yapılan bir şey değildir. Kişideki makama, servete, güce yapılır. O makam, servet, güç kaybedildiğinde o kişiye dalkavukluk anında kesildiği gibi yeni efendilere yaranmak için eski efendilere ihanet kaçınılmaz olur.
7- Yönetimde dalkavukluğun egemen olması denetimi ortadan kaldırır. Dalkavuk bir yandan iş yapmamaya diğer taraftan açıklarını dalkavukluk yaparak gidermeye çalışır. Eğer makam sahipleri dalkavukluktan hoşlanıyorsa -ki bu durumda kendisi de dalkavuktur.- “en büyük sensin” sözlerine muhatap olur. Hukuku çalıştırmaz. Kendisine izafe edilen ilahi bir güçle dalkavuğu hoş görür. Suçlunun cezasını çekmediği yerde suçlular kahraman olur. Düzen de yerle bir olur.
Yönetimde dalkavukluğun daha birçok yan etkileri vardır. Konunun yeterince anlaşıldığı varsayımıyla daha fazla söze gerek görmüyorum.
Dalkavukluğu Önlemek İçin Neler Yapmalı?
1- Eğitim sistemimiz kişilikli, erdemli, sorumluluk sahibi ve özgür düşünen insanlar yetiştirmelidir.
2- Yetenek ve çalışma ile kazanma arasında orantı doğru kurulmalıdır. Makamlar, servetler hak edilerek elde edilmelidir. M. K. Atatürk’ün “Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden rahat yaşamanın yollarını aramayı alışkanlık haline getiren milletler; önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istikballerini kaybederler” sözü unutulmamalıdır.
3- Hukuk düzeni korunmalıdır. Padişahlık dönemi gibi lütuf ve gazap kültürü değil hukuk kültürü egemen olmalıdır. Yöneticiler, iktidarın lütfüyle abad, gazabıyla berbat olmamalıdır. İşler ahbap çavuş ilişkisiyle değil hukuk düzeniyle yapılmalıdır.
4- Toplumda dalkavukluğun itibar görmeyeceği bir anlayış gelişmelidir. Dalkavukluk ilgi ve itibar görmediği yerden göç edecektir.
5- Dalkavukluğun bir yandan bireysel çıkarlar sağlarken diğer yandan bir yönetimin hatta bir toplumun mahvına yol açacağı bilinci yerleştirilmelidir. Dalkavukluk toplamda zararlı bir davranış olduğu bilinmelidir.
Dalkavukluk çağın hastalığı kanserden daha tehlikelidir. “Temiz toplum ve güçlü yönetim için dalkavukluğa SON…
23 Şubat 2012 Perşembe
Adem ve Havva
Facebook facebook. ''Neden Facebook'ta yoksun? ben Face'deyim sen de gel'' derlerken, girdim Face'e girdim sonunda. Bir arkadaş ekledim, profilimi güncelledim. Hoop tanıdığınızı sandığımız kişiler listesi. Klik bir kişi daha ekledim. Üç , beş derken, olasılığa olasılık eklendi; Şu' nu tanıyor olabilirsin, Bu' nu tanıyor olabilirsin çoğaldı gitti.
Güzel bir olay. Eski arkadaşlarımız orada. O, Şu, Bu. Ekle ekle bitmiyor. İşin ilginç yanı farklı ortamlardan tanıdığım şahısların da arkadaş olduklarıydı. Şu Bu ile arkadaş, Bu O'nun arkadaşı. Bu O' na dönüyor, eyvah başım dönüyor, bana o anda ekleme yeter. Tam nefes aldım trink Şu sizi arkadaş olarak eklemek istiyor. Ayıp olmasın kabul et. Atlattım derken ''Şu'' nun tanıdığı Bu' yu tanıyor olabilirsiniz...
Sadede gelmek istiyorum. Herkes birbirini tanıyor. Peki yan komşusunu tanıyor mu acaba? Sanmam. Komşuluk olayı bitti artık. Çok nadir. ''Ev alma komşu al'' dönemi kapandı. ''Komşu alma face al'' devri başlamış. Herşey sanal. Oturup bir çay içelim. Takıl okey çevirelim devri bitti. 16 yaşında gençler ellerinde telefon Face'te. ''Kızım ne yaptın okulda?'' ''Hiç''
Bir zamanlar Beta Kaset videolar vardı. Popülerdi. Sonra o geçti VHS ler revaçta oldu. Video marketler mantar gibi çoğaldı. İnsanlar evlere toplaştı Van Damme izlendi, karete coştu.Temas vardı temas. Şimdi ne temas var ne sohbet. Dancall araç telefonları çıktı video bitti. Cep telefonu çıktı araç telefonu demode oldu. Şimdi akıllı telefonlar Face var. Face var ama Face to Face yok. İki kelime edemiyoruz karşılıklı. Eller sürekli tuşlarda. O, Şu'yu Bu O'yu tanır tabii herşey sanal ve kolay. Adem ve Havva Face'te tanışsalardı zor tanırdık birbirimizi. O zaman Face zor olurdu olay.
Sosyal Telekız
Vestel'in sitesinde bulunan bu başlık ''Sosyal Telekız'' çok ilgimi çekti. Sosyal medyanın hayatımıza ne denli fayda sağladığı biliniyor. Bu başlık altında yayımlanan yazı ise sosyal medyanın kültürel değerlere ne şekilde etki ettiği ile ilgili. Telif hakları saklı olduğundan yazıyı yaymlayamıyorum. Alttaki linkten tıklayarak okuyabilirsiniz. Okuyanların yorumlarını bekliyorum.
http://www.vestel.com.tr/ebulten/Detail.aspx?ID=1051
http://www.vestel.com.tr/ebulten/Detail.aspx?ID=1051
Lezzet Sırları
Hiçbir zaman mutfağa sıkılarak bunalarak offf bugün ne yapıcam diye girmemişimdir. Her zaman yeni tatlar,farklı görsellikler yakalamaya bayılırım. Küçüklükten gelen bir heves olsa gerek. Annem de çok güzel yemekler yapardı ve ben onu izlemeye bayılırdım. Ahenkle yemekler yapıp onları sunarken öyle bir süslerdi ki sanırsınız yemeğe çok özel birisi gelecek. Halbuki sadece aile bireyleri var evde aksam oturup ailecek yemek yiyeceğiz.
Geçen gün keşvettiğim lezzetler elma, ayva, kök zencefil, toz zerdeçal ve ıspanaktır. Geçen gün zeytinyağlı kereviz yapıyordum. Portakalın suyunu, kerevize eklemek için, güzelce sıktım. Kerevize limonda koyacaktım ki aklıma evdeki ekşi,sarı,sert elmalar ve toz zerdeçal geldi. Elmaları küçük küçük kestim ve erken hasat zeytinyağımla kavurduğum soğanlarımın içine ekledim.1 çay kaşığı da zerdeçal koydum ve zeytinyağlı kerevizi pişirdim. Aman Allahım dedik yerken, bu nasıl lezzet! Elmayı sonra kremalı mantarlı tavuk sotede de denedim o da muhteşem oldu.
Geçtiğimiz gün gene ıspanakları yıkadım, doğranmış kök zencefil ve küçük doğranmış ekşi elmalarla birlikte, ıspanakları haşlamadan çiğ çiğ salata yaptım. Nar ekşisini ve erken hasat zeytinyağını da üzerine döktüm. Bir deneyin lütfen şiddetle tavsiye ediyorum… Lezzeti yakalamak için tatları hayal edin yeter eminim siz de farklı lezzetler yakalayacaksınız. AfiyetleJ
Eurovision 2012 ve Can Bonomo
Avrupa genelinde 1956'dan beri her sene yapılan Eurovision Şarkı Yarışması, kendimizi bildiğimizden beri akıllarımızda yer eden bir organizasyon. Gerçi şahsen bunu "şarkı yarışması" olarak adlandırmayı pek doğru bulmuyorum. Çocukken Eurovision'u "müzikal" olarak gayet üst düzey bulur, dünya üzerindeki "en iyi proje" gibi görürdüm. Tabi böyle düşünmemin birçok sebebi olduğunu büyüdükçe daha iyi anladım. O zamanki orkestra "canlı" olarak solistlere eşlik ediyordu. Her sahne sonunda notalar özenle katlanır, partisyonlar yerleştirilir ve bütün müzisyenler "maestro" nun ilk işaretini beklerdi. Kaba deyimle "tabanca" gibi çalarlardı. İşin bu kısmında bir sorun yok tabi. Şu anda da sistem gayet başarılı bir biçimde işliyor. Sahne şovları, ufak dokundurmalarla dolu kod gibi anons edilen "dünya barışı" replikleri, birbirlerini güya "müzik" çerçevesinde pohpohlayan "sabah şekeri" tadındaki sunucular vs..
Benim esas sorun olarak gördüğüm, bu "yarışma" boyunca hiçbir zaman müzikten bahsedilmemesi. Sadece öncesinde ve de unutulmazsa sonrasında biraz müziğin önemine yüzeysel bir şekilde değiniliyor. Kanımca "şarkı yarışması" olarak nitelenmesini doğru bulmadığım nokta da tam olarak bu yüzdendir. Ülkeler bazında herkesin komşu ülkesine ya da politik birtakım bağlantılar sebebiyle sempatizanı olduğu ülkelere, o da şaibeli, puanlar saçması, benim nazarımda bu organizasyonu "siyasi bir eğlence programı" yapıyor. İş bu şekilde olunca da tabi ki devreye "taktiksel" planlar giriyor.
Semiha Yankı bu organizasyona ilk katıldığında, şarkısından önce görünüşünden sansürlendi. "Türk kadını sarı saçlı olamaz" gerekçesiyle baştan aşağıya kıyafeti de dahil olmak üzere; "o zamanki anadolu imajı" ile alakasız bir biçimde sahneye çıkarıldı. Söylediği "seninle bir dakika" adlı şarkının kendi formundan da iyice uzaklaştırıldı. Aynı zihniyet, "ada sahillerinde bekliyorum" şarkısını; "Adnan Menderes'in Yassıada'da hüküm giyip asılmasını" hatırlatıyor gerekçesiyle, yasakladı. Barış Manço'nun "arkadaşım eşşek" parçasını "kuzular daha sevimlidir" düşüncesiyle, "eşşeği" "kuzu" olarak değiştirmesini önerdi. Yani kısacası biz; içimizde gayet mantıklı(!) bir şekilde çözdüğümüz müzikal konularla, zaten müzik ile ilgisi olmayan bir organizasyona yıllarca umut bağladık. Hala da bağlamaya devam ediyoruz. 2005 Eurovision'a Gülseren'in "rimi rimi ley" şarkısıyla katılacağı açıklandığında o dönemin kültür bakanı şarkıyı "leylim ley" olarak telaffuz etmişti. Bence sadece bu cümle bile bu konuda ne kadar "müziği" önemsediğimizi anlatıyor. Şarkı nitelik olarak başarılı olmayabilir, ama en azından ismini hatırlatacak saygıyı hak ediyor. Tek "zaferimiz" olan da, bilindiği üzere, Sertap Erener'in "Everyway That I Can" şarkısıdır.
Bu sene de büyük tartışmalarla Can Bonomo, "Love Me Back" adlı parçayla Eurovision'a katılıyor. Şarkıyı dinledim. Geçen sene Yüksek Sadakat'i de dinlemiştim. Aynı şekilde Manga, Hadise, Mor ve Ötesi, Kenan Doğulu, Sibel Tüzün vs vs..Hepsinde gördüğüm ortak nokta; şarkılardaki keman, darbuka, kanun vb gibi "ülkenin folk müziğine özgü" enstrümanların baskın oluşuydu. Yaklaşık bir sene önce davulcu bir arkadaşım İngilteredeki bir bağlantıyla, Eurovision temsilcisi bir adama gönderdikleri "electronic-rock" tadında kaydedilip aranje edilmiş bestelerine gelen yorumu bana söyledi;
"Şarkılarınız çok güzel ama sizin coğrafyanızın müziği bu değil. Kendi toprağınızın müziğini yapın."
gibi bir cümleydi.
O yüzden fikrimce Eurovision, kesinlikle bir müzik etkinliği değildir. Ama herşeye rağmen, yine de, iyi şanslar Can Bonomo.
Benim esas sorun olarak gördüğüm, bu "yarışma" boyunca hiçbir zaman müzikten bahsedilmemesi. Sadece öncesinde ve de unutulmazsa sonrasında biraz müziğin önemine yüzeysel bir şekilde değiniliyor. Kanımca "şarkı yarışması" olarak nitelenmesini doğru bulmadığım nokta da tam olarak bu yüzdendir. Ülkeler bazında herkesin komşu ülkesine ya da politik birtakım bağlantılar sebebiyle sempatizanı olduğu ülkelere, o da şaibeli, puanlar saçması, benim nazarımda bu organizasyonu "siyasi bir eğlence programı" yapıyor. İş bu şekilde olunca da tabi ki devreye "taktiksel" planlar giriyor.
Semiha Yankı bu organizasyona ilk katıldığında, şarkısından önce görünüşünden sansürlendi. "Türk kadını sarı saçlı olamaz" gerekçesiyle baştan aşağıya kıyafeti de dahil olmak üzere; "o zamanki anadolu imajı" ile alakasız bir biçimde sahneye çıkarıldı. Söylediği "seninle bir dakika" adlı şarkının kendi formundan da iyice uzaklaştırıldı. Aynı zihniyet, "ada sahillerinde bekliyorum" şarkısını; "Adnan Menderes'in Yassıada'da hüküm giyip asılmasını" hatırlatıyor gerekçesiyle, yasakladı. Barış Manço'nun "arkadaşım eşşek" parçasını "kuzular daha sevimlidir" düşüncesiyle, "eşşeği" "kuzu" olarak değiştirmesini önerdi. Yani kısacası biz; içimizde gayet mantıklı(!) bir şekilde çözdüğümüz müzikal konularla, zaten müzik ile ilgisi olmayan bir organizasyona yıllarca umut bağladık. Hala da bağlamaya devam ediyoruz. 2005 Eurovision'a Gülseren'in "rimi rimi ley" şarkısıyla katılacağı açıklandığında o dönemin kültür bakanı şarkıyı "leylim ley" olarak telaffuz etmişti. Bence sadece bu cümle bile bu konuda ne kadar "müziği" önemsediğimizi anlatıyor. Şarkı nitelik olarak başarılı olmayabilir, ama en azından ismini hatırlatacak saygıyı hak ediyor. Tek "zaferimiz" olan da, bilindiği üzere, Sertap Erener'in "Everyway That I Can" şarkısıdır.
Bu sene de büyük tartışmalarla Can Bonomo, "Love Me Back" adlı parçayla Eurovision'a katılıyor. Şarkıyı dinledim. Geçen sene Yüksek Sadakat'i de dinlemiştim. Aynı şekilde Manga, Hadise, Mor ve Ötesi, Kenan Doğulu, Sibel Tüzün vs vs..Hepsinde gördüğüm ortak nokta; şarkılardaki keman, darbuka, kanun vb gibi "ülkenin folk müziğine özgü" enstrümanların baskın oluşuydu. Yaklaşık bir sene önce davulcu bir arkadaşım İngilteredeki bir bağlantıyla, Eurovision temsilcisi bir adama gönderdikleri "electronic-rock" tadında kaydedilip aranje edilmiş bestelerine gelen yorumu bana söyledi;
"Şarkılarınız çok güzel ama sizin coğrafyanızın müziği bu değil. Kendi toprağınızın müziğini yapın."
gibi bir cümleydi.
O yüzden fikrimce Eurovision, kesinlikle bir müzik etkinliği değildir. Ama herşeye rağmen, yine de, iyi şanslar Can Bonomo.
22 Şubat 2012 Çarşamba
Musıkinin Dayanılır Ağırlığı
Müziği
sevmek büyük bir sorumluluktur aslında. Bunun, zaman zaman sorulduğunda,
"neden"lerini detaylı bir şekilde açıklamak zorunda kalabilirsiniz.
Bazen sözler hoşunuza gider, bazen de sadece melodiler. Nedensiz bir şekilde
sevdiğiniz müzikler de olabilir. "Neden" ilginizi çektiğini
çözemeyebilirsiniz. İçinizde yaşarsınız ama birisi sorduğunda anlatamazsınız.
Ya da aklınızdakini tasvir edecek "doğru" kelimeyi bulamazsınız.
Bu
noktada tabi ki bir yorumum olamaz. Herkesin kulağı ve duyduktan sonra kendinde
ne ifade ettiği farklıdır. Zaten müziğin ayrımı da budur. İnsanların
hikayeleri, yaşadıkları doğrultusunda; kimseninkini kimseyle karşılaştırmaz ve
kimsenin ne hissettiğini sorgulayıp, kimseyi yargılamaz. Herkes yaşadığı ve
düşündüğü ölçüde haklıdır. Müzik bunları özetler. Ama insanlara sadece duymak
istediklerini değil, çatıştığı çeliştiği durumları, karşılaşmak istediklerini
veya istemediklerini de düşündürür, rehberlik eder. Ya da kanımca öyle
olmalıdır. Fakat bazı müzikler; ticari kaygı gütmesi, neyi düşünüp, neye
hüzünleneceğimizi seçmesi, bizi bizden daha iyi biliyormuş gibi davranması;
ahmak yerine koyması, hatta bazen de hakaret etmesi gibi durumlarla insanları
manipüle edip, hedef kitle olarak görmektedir.
Ülkemizde
müzikte genel olarak ortaya sunulan, en çok talep edilen tarzlar ve formlar
üzerinedir. Çeşitlilik gitgide azalmaktadır. Bununla birlikte günlük hayatta
çoğu zaman istemeden maruz kaldığımız, dinleme zorunluluğu ile kulağımıza
doldurulan müziklerin sayısının da arttığını düşünüyorum. Ben de bu noktada
alternatif olarak düşündüklerimi; konser, festival, dinleti ve benzer
etkinlikleri fırsat buldukça paylaşmak istiyorum.
Kira Geliri Beyan Edecek Mükelleflere Getirilen Kolaylık
18.02.2012 tarih 28208 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 414 sayılı Vergi Usul Kanunu Genel Tebliği gereği, Önceden Hazırlanmış Kira Beyanname Sistemi yürürlüğe konmuştur.
Buna göre, 2011 yılı ve müteakip yıllarda sadece gayrimenkul sermaye iradı elde eden mükelleflerin beyannamelerinin Gelir İdaresi Başkanlığı tarafından otomatik olarak doldurulduğu ve mükellefin onayına sunulduğu bir sistem olacaktır. Sistem ile sicil, gayrimenkul, irat tür ve tutarı, gider türü, indirim, vergi kesintisi gibi GMSİ beyannamesinde bulunan tüm bilgilerin görüntülenmesi, doldurulması ve değiştirilmesi işlemlerinin kolay, hızlı ve kontrol edilebilir bir şekilde yapılması imkânı sağlanacaktır. Vergi hesaplama adımları ve tahakkuk bilgileri hesaplanmış bir şekilde hazırlanıp mükellefin onayına sunulacaktır.
Buna göre, 2011 yılı ve müteakip yıllarda sadece gayrimenkul sermaye iradı elde eden mükelleflerin beyannamelerinin Gelir İdaresi Başkanlığı tarafından otomatik olarak doldurulduğu ve mükellefin onayına sunulduğu bir sistem olacaktır. Sistem ile sicil, gayrimenkul, irat tür ve tutarı, gider türü, indirim, vergi kesintisi gibi GMSİ beyannamesinde bulunan tüm bilgilerin görüntülenmesi, doldurulması ve değiştirilmesi işlemlerinin kolay, hızlı ve kontrol edilebilir bir şekilde yapılması imkânı sağlanacaktır. Vergi hesaplama adımları ve tahakkuk bilgileri hesaplanmış bir şekilde hazırlanıp mükellefin onayına sunulacaktır.
414 sayılı V.U.K. Genel Tebliği için aşağıdaki linke tıklayınız.
Konuyla ilgili Başvuru Formuna aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
60 Yaşını Aşmış ve Engelli Mükelleflere İlişkin Bir Duyuru
2011 yılında sahip oldukları mal ve hakları kiraya verenler, 1 Ocak 2011 – 31 Aralık 2011 dönemine ait beyana tabi gayrimenkul sermaye iradı gelirleri için, 2012 yılının MART ayının 1'inci gününden 25'inci günü akşamına kadar beyannamelerini vermeleri gerekmektedir.
Bu kapsamda, sadece kira geliri elde eden 60 yaşını doldurmuş mükellefler ile engelli mükelleflerden yaşlılığı, sakatlığı veya hastalığı nedeniyle vergi dairesine gelemeyecek durumda olanların, randevu almaları halinde adreslerine gidilerek beyannamelerini doldurmalarına yardımcı olunacaktır.
Bu işlem için 444 0 189 Vergi İletişim Merkezi (VİMER) aranarak randevu alınabilir.
21 Şubat 2012 Salı
GPS Uydu Fotografı Kullanamadıktan Sonra Hikaye
Aşağıdaki konuşmalar tamamen gerçek olup, Deniz Navigasyon kanalı 106(Finisterra/Galicia) tarafından kayıt edilmiştir.
İspanyollar ; "Burası A-853, çarpışmadan kaçınmak için lütfen rotanızı 15 derece güneye çevirin. Şu anda 25 deniz mili uzaklıktasınız ve tam üzerimize doğru gelmektesiniz."
Amerikalılar ; "Asıl siz kendi rotanızı 15 derece kuzeye çevirin."
İspanyollar; "Negatif ! Tekrarlıyoruz. Rotanızı 15 derece güneye çevirin."
Amerikalılar; "Sizinle ABD gemisinin kaptanı konuşuyor. Kendi rotanızı derhal 15 derece kuzeye çevirin."
İspanyollar; "Öneriniz mümkün görülmedi. Bize çarpmak istemiyorsanız rotanızı 15 derece güneye çevirin."
Amerikalılar; " (Artık sesini yükselterek) Sizinle ABD Deniz filosunun büyüklükte ikinci uçak gemisi USS Lincoln'un Kaptanı Richard James Howard konuşuyor. Beraberimizde iki kruvazör, avcı uçakları , dört denizaltı var. Ayrıca bizi hücumbotlar destekliyor. Size TAVSİYE etmiyorum, EMREDİYORUM! Rotanızı 15 derece kuzeye çevirin, aksi halde filomuzun emniyeti için tedbir alacağız. Derhal rotamızdan çekilin gidin.
İspanyollar; "Sizinle Juan Manuel Salas Alcantara konuşuyor. Burada iki kişiyiz. Beraberimizde bir köpek, akşam yemeğimiz, iki şise bira ve bir de kanaryamız var. Kanarya şu anda uyuyor. Ayrıca bizi radyo istasyonu Cadena Dial La Coruna dinliyor. Şu anda İspanya’nın Finisterra Galicia kıyısında ve A-853 numaralı "Deniz Fenerinde" olduğumuzu göz önünde bulundurarak, buradan hiçbir yere gitmeye niyetimiz olmadığını söyleyelim.
Deniz fenerimizin İspanya’daki deniz fenerleri arasında büyüklük açısından kaçıncı sırada olduğu konusunda hiç bir fikrimiz yok. Kayalık sahillerimize kafadan geçirmek üzere yönlenmiş olan boktan gemilerinizin emniyeti için istediğiniz boktan tedbiri alabilirsiniz. Ama yine de ısrarla tavsiye ediyoruz. Rotanızı 15 derece kuzeye çevirin.
Amerikalılar; "Okey, anlaşıldı. Teşekkürler..."
20 Şubat 2012 Pazartesi
Trafik Kazalarına Bağlı Tedavi Giderleri Kim Tarafından Karşılanır
Genel Sağlık Sigortası'nın zorunlu hale getirilmesinin ardından, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun yeniden düzenlenen 98’inci maddesinde; “Trafik kazaları sebebiyle üniversitelere bağlı hastaneler, diğer bütün resmî özel sağlık kurum ve kuruluşlarının sundukları sağlık hizmet bedelleri; kazazedenin sosyal güvencesi olup olmadığına bakılmaksızın Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından karşılanır." ifadesine yer verilmiş yine aynı Kanunun Geçici 1’inci maddesinde; “Bu kanunun yayımlandığı tarihten önce meydana gelen trafik kazaları nedeniyle sunulan sağlık hizmet bedelleri Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından karşılanır." şeklinde düzenleme yapılmıştır.
Konuyla ilgili 2012/5 sayılı tebliğe ulaşmak için aşağıdaki linke bakabilirsiniz.
http://www.sgk.gov.tr/wps/wcm/connect/e6bdbf00-8c71-4d87-8aaf-472f0a15c2fd/2012_05.doc?MOD=AJPERES&CACHEID=e6bdbf00-8c71-4d87-8aaf-472f0a15c2fd&sig=AHIEtbSDzqEjprfPNygl0O_1SgkACBhdOg
Konuyla ilgili 2012/5 sayılı tebliğe ulaşmak için aşağıdaki linke bakabilirsiniz.
http://www.sgk.gov.tr/wps/wcm/connect/e6bdbf00-8c71-4d87-8aaf-472f0a15c2fd/2012_05.doc?MOD=AJPERES&CACHEID=e6bdbf00-8c71-4d87-8aaf-472f0a15c2fd&sig=AHIEtbSDzqEjprfPNygl0O_1SgkACBhdOg
Ateş ve Suyun Aşkı
Ateş bir gün suyu görmüş yüce dağların ardında,
sevdalanmış onun deli dalgalarına.
Hırçın ve coşkulu kayalara vuruşuna,
Yüreğindeki duruluğa.
Demiş ki suya:
“Gel sevdalım, hayatıma anlam veren mucizem ol”...
Su dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa,
“Al” demiş;
“Yüreğim sana armağan”...
Sarılmış ateşle su birbirlerine,
Sıkıca ve kopmamacasına...
Zamanla su, buhar olmaya,
Ateş ise kül olmaya başlamış.
Ya kendisi yok olacakmış, ya da aşkı.
Baştan alınlarına yazılmış olan kaderi alıp gitmiş su uzak diyarlara.
Ateş kızmış, ateş yakmış ormanları.
Aramış suyu diyarlar boyu...
Günler boyu...
Geceler boyu.
Bir gün gelmiş, suya varmış yolu.
Bakmış o duru gözlerine suyun,
Biraz kırgın, biraz hırçın!
Ve o an anlamış;
Aşkın bazen gitmek olduğunu,
Ama gitmenin yitirmek olmadığını!
Ateş durmuş, susmuş, sönmüş aşkıyla.
İşte o zamandan beridir ki:
Ateş sudan, su ateşten kaçar olmuş.
Ateşin yüreğini sadece su,
Suyun yüreğini de sadece ateş alır olmuş.
İnternet'e Mi Bağlıyız Hayata Mı
Günümüzde giderek yaygılaşan teknoloji beraberinde yeni sorunlar ve kronik rahatsızlıklar da getiriyor. Özellikle bilgisayar başında geçirdiğimiz süre, internet kullanımının yaygınlaşması ile daha da artıyor. Bu süre zarfında hareketlerimizin kısıtlanması çeşitli eklem rahatsızlıklarına ve obeziteye yol açıyor.
Aşırı internet kullanımı fiziksel sorunların yanı sıra psikolojik olarak da olumsuz yönde etkili. Bu nedenle Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kasım 2011 'den itibaren internet bağımlıları için bir poliklinik hizmete soktu. Bu poliklinikte, her yaştan internet bağımlısına, sorunlu internet alışanlıklarından kurtulmanın yolları anlatılarak, internet bağımlıları tedavi ediliyor.
Poliklinikte, kendilerini sosyalleşiyor zanneden, chat ve sosyal medya bağımlılarından, online alışveriş meraklılarına, cinsel içerikli site tutkunlarından, saatlerce bilgisayar oyunularından kalkamayan yetişkin, kadın/erkek, ergen, çocuk birçok kişi tedavi görüyor. Bu bağımlıların çoğu tedavi süreci sonrası hayata tekrar bağlanarak, interneti gerçekte ne kadar verimli kullanabileceklerini öğreniyorlar.
Türkiye’deki hastaneler arasında bir ilke imza atan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ni kutluyorum.
Eğer siz de kendinizi veya yakınınızı internet bağımlısı olarak görüyorsanız aşağıdaki linkten faydalanabilirsiniz:
http://www.bakirkoyruhsinir.gov.tr/Sayfalar/235/Psikiyatri/Internet-Bapimliligi.aspx?hl=İNTERNET
Aşırı internet kullanımı fiziksel sorunların yanı sıra psikolojik olarak da olumsuz yönde etkili. Bu nedenle Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kasım 2011 'den itibaren internet bağımlıları için bir poliklinik hizmete soktu. Bu poliklinikte, her yaştan internet bağımlısına, sorunlu internet alışanlıklarından kurtulmanın yolları anlatılarak, internet bağımlıları tedavi ediliyor.
Karikatür malumunuz.
Poliklinikte, kendilerini sosyalleşiyor zanneden, chat ve sosyal medya bağımlılarından, online alışveriş meraklılarına, cinsel içerikli site tutkunlarından, saatlerce bilgisayar oyunularından kalkamayan yetişkin, kadın/erkek, ergen, çocuk birçok kişi tedavi görüyor. Bu bağımlıların çoğu tedavi süreci sonrası hayata tekrar bağlanarak, interneti gerçekte ne kadar verimli kullanabileceklerini öğreniyorlar.
Türkiye’deki hastaneler arasında bir ilke imza atan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ni kutluyorum.
Eğer siz de kendinizi veya yakınınızı internet bağımlısı olarak görüyorsanız aşağıdaki linkten faydalanabilirsiniz:
http://www.bakirkoyruhsinir.gov.tr/Sayfalar/235/Psikiyatri/Internet-Bapimliligi.aspx?hl=İNTERNET
19 Şubat 2012 Pazar
MIT YASASI MECLIS'TEN NASIL GECTI
Bildiğiniz gibi Milli İstihbarat Teşkilatı Mensupları'nı daha rahat yargılayabilmek için AKP tarafından hazırlanan yasa teklifi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden geçti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanan yasa değişikliği, Resmi Gazete'de de yayınalandı.
Dünya Basını'nda da geniş yer alan yasa değişikliği, AKP' nin yeni zaferi olarak değerlendirildi. Amerikan yayın organları, yasanın takılmadan Meclis'ten geçmesini, ''Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın eli daha da güçlendi'' şeklinde yorumladı.
Peki bu önemli yasa Meclis'ten geçerken Milletvekilleri nasıl bir çalışma içerisine girdi. Bu dikkat gerektiren çalışma objektiflere şu şekilde yansıdı.
Fotoğraflar yorumsuzdur.
ZZZZZZZZ! Pardon blog yazarken bir anda :)
18 Şubat 2012 Cumartesi
BAŞINIZ SAĞOLSUN.
GÜNE ERKEN BAŞLADIM.ÇOK SEVDİĞİM DOSTLARIMLA HABERLEŞİP ORTAK BİR MEKANDA BULUŞUP KAHVALTI YAPMAYA KARAR DEDİK.HERŞEY ÇOK GÜZEL AÇIK BÜFE KAHVALTI, ÇAY, OMLET ŞAKALAŞIP SAĞDAN SOLDAN LAFLIYORUZ.DERKEN TELEFON ÇALDIĞINDA ACI HABERİ ALDIK.ÇOK SEVDİĞİM ARKADAŞIMIN GÜNLERDİR YOĞUN BAKIMDA YATAN YAKINININ ÖLÜM HABERİ GÜNÜN BÜTÜN GÜZELLİĞİNİ ALIP BİZİ ÜZÜNTÜYE BOĞDU.HAYATIN ACI GERÇEĞİ BİR KEZ DAHA KARŞIMIZA ÇIKTI.KEŞKE BİŞEYLER YAPABİLSEK AMA TESELLİ ETMEKTEN BAŞKA BİRŞEY GELMİYOR.SEVDİKLERİMİZİN HAYATIMIZDAN UÇUP GİTMESİ NE ACI.SANKİ HEP HAYATIMIZDA OLUCAKLARMIŞ GİBİ GELİR OYSA Kİ.ALLAH GERİDE KALANLARINA SAĞLIK VERSİN.TOPRAĞI BOL OLSUN.MEKANI CENNET.
Neden Marketör
Günümüz şartlarında bir evi geçindirmek o kadar zorlaştı ki…Artık ekmek aslanın neresinde bulabilmek mümkün değil…
Bir kişinin çalışması ile bırakın ailenin karnını doyurmayı, faturaları ödemek dahi mümkün değil…
Bir ailede en az iki kişi çalışıyor olmalı ki İstatistik Kurumu'nun “yoksul aile” kategorisine girebilsin…
Bu durumda ne yapmamız gerekiyor?...
Kaliteli bir ürünü en ucuz fiyatla yakalamamız gerekiyor…
Bunun için ne yapacağız?...
Bir değil, birkaç market dolaşmamız gerekiyor…
Bu da çalışan ve günün yorgunluğunu taşıyan kişiler için haliyle pek mümkün olmuyor….
İşte tam da bu noktada bendeniz Marketör devreye giriyor…
Sizin için dolaşıyor… En uygun olan fiyatları size yansıtıyor…
Bununla da kalmayarak kimi zaman fuarları, kimi zaman sanatetkinliklerini, kimi zaman market ve AVM açılışlarını
Haber veriyor…
Size sadece “Hayat Terazisi”ni takip etmek kalıyor…
Hepinize bol kazançlı günler diliyorum…
Bir kişinin çalışması ile bırakın ailenin karnını doyurmayı, faturaları ödemek dahi mümkün değil…
Bir ailede en az iki kişi çalışıyor olmalı ki İstatistik Kurumu'nun “yoksul aile” kategorisine girebilsin…
Bu durumda ne yapmamız gerekiyor?...
Kaliteli bir ürünü en ucuz fiyatla yakalamamız gerekiyor…
Bunun için ne yapacağız?...
Bir değil, birkaç market dolaşmamız gerekiyor…
Bu da çalışan ve günün yorgunluğunu taşıyan kişiler için haliyle pek mümkün olmuyor….
İşte tam da bu noktada bendeniz Marketör devreye giriyor…
Sizin için dolaşıyor… En uygun olan fiyatları size yansıtıyor…
Bununla da kalmayarak kimi zaman fuarları, kimi zaman sanatetkinliklerini, kimi zaman market ve AVM açılışlarını
Haber veriyor…
Size sadece “Hayat Terazisi”ni takip etmek kalıyor…
Hepinize bol kazançlı günler diliyorum…
17 Şubat 2012 Cuma
Apple Fason Firmaları'nı Denetliyor
Dünyaca ünlü bilişim markası Apple, iPhone ve iPod 'ları fason ürettirdiği Çinli Firmalar'ı denetlemeye başladı. Dünya Basını'nda, bu firmalarda çalıştırılan işçilerin kötü şartlar altında çalştıkları haberleri artınca şirket, bu denetleme kararını aldığını açıkladı.
iPhone u Çin'de üreten en büyük Apple Fasoncu'sunun Apple 'a ürün tescil hakkı üzerine dava açacağı dedikodusunun yayılmasıyla, denetleme haberinin aynı döneme gelmesi çok düşündürücü. Koskoca Apple firması, ortlama 650 USD ye sattığı iPhone Markasını 48-50 USD' ye mal ederken hangi şartlar altında üretildiğini bilmiyorsa yazık. Bilmiyorsa bile tahmit etmesi gerekmez mi? Apple insan zekası üzerinde yükselen bir firma değil mi? Bence asıl amacı fasoncularını bazı şartlara zorlayarak, dava açmalarını engellemek olabilir. Malumunuz bu firma daha önce de kurucusunu saf dışı bırakıp hisselerini yok pahasına satın alarak, Üstün Zekalı kurucuyu işçi olarak işe almamış mıydı? (Steve Jobs'tan bahsediyorum. Allah rahmet eylesin.) İnsana verilen değer ortada. Asıl denetleme nedenini sizler düşünün.
16 Şubat 2012 Perşembe
NEYMİŞ EFENDİM BİR MERDİVEN İNEMİYORMUYMUŞUM
İNEMİYORUM NE OLACAK YANİİ...HEM O BİR MERDİVEN DEĞİL NERDEN BAKSAN 14 BASAMAK 6 KAT VAR (84BASAMAK). YANİ BİR MERDİVEN DEĞİL!!!UZUN DÖNEMEÇLİ HOLLERDEKİ ADIMLARI SAYMIYORUM... HEM FARZET Kİ BENİM GÜZERGAHIMDAN KAPIMIN ÖNÜNDEKİ CADDEDEN GEÇMİYOR SERVİS, YOLDAYIM YÜRÜYORUM. OLAMAZ MI? BİR DE AKSİLİKLER VAR TABİ; SABAH SABAH ANAHTARIN KAPIYA SIKIŞASI TUTTU NALET ŞEY ÇIKMIYOR ANAHTARI ÜZERİNDE BIRAKIP MI İNSEYDİM?
YOK ARTIK!!! ALT KİLİDİ TEKRAR AÇTIM ÜSTTEKİ KİLİT YERİNDEKİ ANAHTARI SÖKTÜM TEKRAR KAPA KİLİTLE V.S İŞTE...
HEM SOKAKTA MI? KALIP DONDUN BE MÜSLÜMAN SICACIK SERVİSTE RAHAT MI BATTI? DIŞARDA BEKLEYEN BİRİ OLSAN ANLICAM DA NEYİN HUZURSUZLUĞU VAR SENDE NİYE BOŞ BOŞ KONUŞUP DURUYORSUN ANLAYAMADIM HAYROLAAA!!!
İNEMİYORUM NE OLACAK YANİİ...HEM O BİR MERDİVEN DEĞİL NERDEN BAKSAN 14 BASAMAK 6 KAT VAR (84BASAMAK). YANİ BİR MERDİVEN DEĞİL!!!UZUN DÖNEMEÇLİ HOLLERDEKİ ADIMLARI SAYMIYORUM... HEM FARZET Kİ BENİM GÜZERGAHIMDAN KAPIMIN ÖNÜNDEKİ CADDEDEN GEÇMİYOR SERVİS, YOLDAYIM YÜRÜYORUM. OLAMAZ MI? BİR DE AKSİLİKLER VAR TABİ; SABAH SABAH ANAHTARIN KAPIYA SIKIŞASI TUTTU NALET ŞEY ÇIKMIYOR ANAHTARI ÜZERİNDE BIRAKIP MI İNSEYDİM?
YOK ARTIK!!! ALT KİLİDİ TEKRAR AÇTIM ÜSTTEKİ KİLİT YERİNDEKİ ANAHTARI SÖKTÜM TEKRAR KAPA KİLİTLE V.S İŞTE...
HEM SOKAKTA MI? KALIP DONDUN BE MÜSLÜMAN SICACIK SERVİSTE RAHAT MI BATTI? DIŞARDA BEKLEYEN BİRİ OLSAN ANLICAM DA NEYİN HUZURSUZLUĞU VAR SENDE NİYE BOŞ BOŞ KONUŞUP DURUYORSUN ANLAYAMADIM HAYROLAAA!!!
O Renk Pembe
Yarım saat önce, Star TV de güzel bir yarışmaya denk geldim. Dinamik bir bilgi yarışması. Şu Çok Güzel Hareketler Bunlar'daki tombul çocuk sunuyor. Düşmekle ilgili bir ismi var. Tv deki yarışma programlarına birisi daha eklenmiş. Daha önce de vardı sanki ama format biraz hareketlenmiş. Neyse sadede geleyim.
15 Şubat 2012 Çarşamba
Yardım Elini Uzat Senin İçin De Bir Tabak Kıralım
Malumunuz, komşumuz Yunanistan son zamanlarda zor bir süreçten geçiyor. Biz de ülke olarak bu yollardan geldiğimiz için Yunan Halkı’nı ne kadar sıkıntılı günler bekliyor, az çok tahmin edebiliyoruz. Allah kolaylık versin. Avrupa Birliği’nin Yunanistan’a vermeyi planladığı ikinci yardım paketinin tutarı 130 milyar Euro. Bu paket nasıl bir paketse artık Yunanistan’dan taviz üstüne taviz isteniyor.
Yunan Politikacılar daha önce kaymağını yedikleri Avrupa Birliği Yardımları’nı halklarına ödetmeye hazır. Yardım adı altında alacakları 130 milyar Euro’nun yeri bence çoktan hazırdır. Nasıl bir yardım bu yardım biraz derine inersek: Afrika’da her gün hayatını kaybeden yüzlerce çocuk bu yardımdan payını alsa üniversite mezunu olur. Dünyada açlık çekenlerin, evsizlerin sayısı bu yardımla azalabilir. Hepsini kenara bırakalım. Dünya üzerinde 7 milyar nüfus olduğunu varsayarsak, bu parayı eşit dağıttığımızda, kişi başı 18 Euro 57 Cent düşüyor. Biraz da olumlu düşünmek lazım. Dünya süt liman olsaydı 174.200 Adet Bugatti Veyron alabilirdik. Nasıl bir yardımmış bu yardım.
Oysa bu yardımı verecek olanlar da alıp paylaşacak olanlar da şu an bunları düşünmüyor. Bu nasıl bir yardımsa daha gelmeden 15.000 memur işten çıkarılıyor. Yardımdan sonra 150.000 insanın işine son verilmesi planlanıyor. Yaklaşık yarım milyon kişiyi anında sokaklara döken bir yardım bu. Yunan Parlamento Binası’nının etrafını savaş alanına çeviren, Atina’yı cayır cayır yakan. Açlara aç evsizlere evsiz ekleyen ne güzel bir yardım 130 milyar Euro.
Şu ana kadar bahsettiğim bütün kaosu unutun. Bu kriz ne zaman biter emin değilim. Emin olduğum tek bir şey var. Komşu ülke bu olayları iyi de olsa kötü de olsa atlattığı zaman; Rum Tavernaları gene dolup taşacak. Yardım kisvesi altında, halkı ezerek, alınan bu paraları paylaşanlar keyfine bakacak. Ülkemiz krizi yaşarken Boğaz’da havai fişekler atılmamış mıydı? Aynı durum söz konusu.
Tüm bu olayların üzerine tepkisiz kalmayalım. Biz de bir yardım kampanyası başlatalım derim. Sloganı ‘’ Yardım elini uzat senin için de bir tabak kıralım…’’.
Başlıksız
''Bazen öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki, ne sevebilir, ne terk edebilirsiniz. Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında... En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır; iç çekişmelerinizin müsebbibi, yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur. Göz yaşlarınız da, bilinçaltınızda, kahkahanızdadır. Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bir bayrak... Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsız ve nihayetsiz; "Ölmek var, dönmek yok"tur. Lakin gün gelir anlarsınız; içten içe bir şeylerin kanadığını. Tutkulu sevdaların gizli hançerleri başlar parıldamaya. Şurasından, burasından eleştirmeye koyulursunuz: "Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz ya da eskisi gibi olsa..." Başkalarını örnek göstermeye, "Bak onlar nasıl yaşıyor" demeye başlarsınız. Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını ararsınız. Aşkınızın gözü kör değildir artık, yanlışını görür düzeltmek istersiniz. "Eskiden böyle miydi ya..." diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirinin kapısı; açıldıkça, bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltından... Böyle süremeyeceğini bilirsiniz. Değişsin istersiniz. O, sevgisizliğinize yorar bunu... İhanete sayar. Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür. "Ya sev böyle ya da terk et" diye gürler...Bir zamanlar bir gülücüğüyle alacakaranlığı ışıtan o rüya, bir kabusa dönüşür birden... Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size... Hoyrattır, bakmaz yüzünüze... Zehir akar dilinden, konuşturmaz, suçlar, yargılar mahkum eder. Mühürler dudaklarınızı, yırtar atar yazdıklarınızı, siler sizi defterden... "İyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim için..." dersiniz, dinletemezsiniz. Ayrılırsanız yaşamayacağınızı bilirsiniz, lakin böyle de sevemezsiniz. İhanetten kırılmıştır kaleminiz; severek, terk edersiniz... "Madem öyle..." nin çağı başlar ondan sonra... Madem ki siz böylesine tutkunken, o hep başkalarını seçmiştir, madem ki kıymetinizi bilmemiştir, o halde "günah sizden gitmistir". Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz. Aşkın göçmenlik çağı başlar böylece... Daha özgür olacağınız limanlara demirlerseniz bir süre... Ne var ki unutamaz, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni... Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş, kurda kuşa yem olmuştur. Deli kanlılar, eli kanlılar, uğruna ölenler, sırtına binenler sarmıştır çevresini... Gurur duyar onlarla, koynunda besler, gözünü oysunlar diye...Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla... "Bana ne...kendi seçimi" diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre... Ama sonra... ansızın kulağımıza çalınan bir şarkı ya da kapı aralığından süzülüp gelen bir koku, hatırlatır onu yeniden... Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder ağlarsınız. Kokusunu özlersiniz; türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi, yemeğini yemeyi, elinden bir kadeh rakı içmeyi... Karşı nehrin kenarından hasret şiirleri haykırırsınız, sular kulağına fısıldasın diye... Dönüp "Seni hala seviyorum" diye bağırmak geçer içinizden... Dönemezsiniz. Göremedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız. Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu, ne onunla olur, ne onsuz... Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu, hem "Ne olacak sonunda" kuşkusu...
Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz.
Sürünür gidersiniz... ''
Can DÜNDAR'dan alıntıdır. (İçimden geldi)
Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz.
Sürünür gidersiniz... ''
Can DÜNDAR'dan alıntıdır. (İçimden geldi)
14 Şubat 2012 Salı
Merhaba
Merhaba,
İnsanoğlu, varoluşundan itibaren, bu dünyada herşeyi ölçmeye çalışmış. Kendi rahatını sağlamak için hep ölçmüş biçmiş. Şu kadar kesersem bu kadar ısınırım, bu kadar kazarsam şu kadar barınırım. Hiç doğayı düşünmeden. Düşündüğünü sanıp düşünmediğini sandığı varlıklara zarar vererek. Kul için değil pul için savaşarak hep ölçmüş biçmiş...
Zamanımızdan çok yıllar evvel, iki Hintli Din Bilgini, Batı'da matematik diye bir bilimin geliştirilmekte olduğunu duyarak yola çıkmışlar. Nedir bu matematik? Hayatın anlamı mı? Keşfetmek için, öğrenmek için Helen Uygarlığı'na kadar yol katetmişler. En iyi matematikçileri bulup ders almaya başlamışlar. Yıllar geçmiş. Bilgileri artmış. Artık mezun olma zamanı gelmiştir. Hocaları ''hadi bakalım tezinizi oluşturun ispatlayın da matematiği öğrendiğinizi anlayalım'' diyerek iki guruyu imtahana tabi tutmak ister. İki bilgin tezlerini oluşturmak için bölgeden ayrılırlar. Kendilerine bir elma bahçesi bulurlar. Burada elma tohumlarını ölçüp biçerler. Tartarlar. En sonunda birbirlerine eşit iki tohum bulmuşlar. Bu iki tohumu aynı şekilde güneş alan, aynı özellikleri sunan bir toprağa dikmişler. Aynı miktarda suyla beslemişler. Ölçmüşler biçmişler. Dal sayıları aynı. Uzunlukları aynı, hatta verdikleri meyveler bile aynı sayıda ve ağırlıkta imiş. En sonunda yaprakları saymaya karar vermişler. Bir bakmışlar yaprak adetleri de aynı. En sonunda birbirlerine bakarak aynı boyutta birer yaprağı kopararak incelemeye koyulmuşlar. Bakmışlar ki yapraklardaki damarların izlediği yollar farklı. Aynı yöne bakan aynı renkte aynı ağırlıkta elmalardan koparıp ısırdıklarında tatlarının farklı olduğunu fark edince, Batılıların geliştirdiği matematiğin hayatın anlamı olmadığını keşfederek Hindistan'a geri dönmüşler. Tezlerini verip mezun olamamışlar fakat günümüzde Wall Street'de ve Silikon Vadisi'ndeki en iyi matematikçilerin Hint kökenli olduğunu biliyoruz...
Sevgiyi ölçebiliyor muyuz? İnancı ölçebiliyor muyuz? İnsanın ölçüp biçme kabiliyetini ne yönde kullandığı çok önemli. ''Hayatın Terazisi'' ni bu nedenle açmaya karar verdim. Birlikte ölçüp biçip rahat yaşayabilir miyiz? Hep birlikte deneyimlerimizi paylaşarak, gerçekten lehimize kullanabilir miyiz? Bunları hep birlikte görelim istedim.....
İnsanoğlu, varoluşundan itibaren, bu dünyada herşeyi ölçmeye çalışmış. Kendi rahatını sağlamak için hep ölçmüş biçmiş. Şu kadar kesersem bu kadar ısınırım, bu kadar kazarsam şu kadar barınırım. Hiç doğayı düşünmeden. Düşündüğünü sanıp düşünmediğini sandığı varlıklara zarar vererek. Kul için değil pul için savaşarak hep ölçmüş biçmiş...
Zamanımızdan çok yıllar evvel, iki Hintli Din Bilgini, Batı'da matematik diye bir bilimin geliştirilmekte olduğunu duyarak yola çıkmışlar. Nedir bu matematik? Hayatın anlamı mı? Keşfetmek için, öğrenmek için Helen Uygarlığı'na kadar yol katetmişler. En iyi matematikçileri bulup ders almaya başlamışlar. Yıllar geçmiş. Bilgileri artmış. Artık mezun olma zamanı gelmiştir. Hocaları ''hadi bakalım tezinizi oluşturun ispatlayın da matematiği öğrendiğinizi anlayalım'' diyerek iki guruyu imtahana tabi tutmak ister. İki bilgin tezlerini oluşturmak için bölgeden ayrılırlar. Kendilerine bir elma bahçesi bulurlar. Burada elma tohumlarını ölçüp biçerler. Tartarlar. En sonunda birbirlerine eşit iki tohum bulmuşlar. Bu iki tohumu aynı şekilde güneş alan, aynı özellikleri sunan bir toprağa dikmişler. Aynı miktarda suyla beslemişler. Ölçmüşler biçmişler. Dal sayıları aynı. Uzunlukları aynı, hatta verdikleri meyveler bile aynı sayıda ve ağırlıkta imiş. En sonunda yaprakları saymaya karar vermişler. Bir bakmışlar yaprak adetleri de aynı. En sonunda birbirlerine bakarak aynı boyutta birer yaprağı kopararak incelemeye koyulmuşlar. Bakmışlar ki yapraklardaki damarların izlediği yollar farklı. Aynı yöne bakan aynı renkte aynı ağırlıkta elmalardan koparıp ısırdıklarında tatlarının farklı olduğunu fark edince, Batılıların geliştirdiği matematiğin hayatın anlamı olmadığını keşfederek Hindistan'a geri dönmüşler. Tezlerini verip mezun olamamışlar fakat günümüzde Wall Street'de ve Silikon Vadisi'ndeki en iyi matematikçilerin Hint kökenli olduğunu biliyoruz...
Sevgiyi ölçebiliyor muyuz? İnancı ölçebiliyor muyuz? İnsanın ölçüp biçme kabiliyetini ne yönde kullandığı çok önemli. ''Hayatın Terazisi'' ni bu nedenle açmaya karar verdim. Birlikte ölçüp biçip rahat yaşayabilir miyiz? Hep birlikte deneyimlerimizi paylaşarak, gerçekten lehimize kullanabilir miyiz? Bunları hep birlikte görelim istedim.....
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)